Hah… mı? Hah! mı? Hah? mı? Yukarıdakilerin hepsi ya da hiçbiri? Hah nedir?
“Hah” bir idrak ünlemi. İdrak anlarında açığa çıkan duygunun dildeki sesi. Bana göre aynı anda hem şaşkın ve kaygılı, hem memnun ve emin; hem yeni ve bilinmeze duyulan korkuyu hem de eski ve bilindik olandan kurtulmanın, özgürleşmenin sevincini yüklenebilen bir hece “hah.” Bu durumda, evet, onun yanına üç nokta da ünlem de soru işareti de yakışır; nokta, virgül ve noktalı virgül de. Ama “hah” bunlarsız da yapabilir. Zira idrakle başlayan duygulanım bazen durgusuz, sualsiz ve başıboştur. Bir yere gitmezsiniz, bir yerde duramazsınız da. Soruya ve korkuya yer yoktur. Durum vardır yalnızca ve tanıklık.
Yas, insanı çokça hahlatan bir süreç. Kayıp ânına dek hayata dair kurulmuş cümleleri geçersizleştirebiliyor mesela, o cümleleri söküp yeniden dokuyabiliyor; ama hepsinden de önemlisi hayata ve ölüme dair kanaatlerin dokunabilir ve sökülebilir şeyler olduğunu söylüyor. Her dokuma ve her sökülüş “hah” dedirtir kişiye: “Hah! Bu değilmiş! Hah, buymuş! Hah… bu da değilmiş.” Kendini dünya denen işaretler yığınını (bu son kertede okunaksız sözde-metni) öyle ya da böyle okumaya mecbur duymuş, çünkü ona ancak öyle yerleşebilecek bir yorum emekçisiyse insan (ki insan belki bu nedenle hep ünleyen bir varlıktır da), “hah” da bu emeğin kutluluğunu ve boşunalığını aynı anda söyleyen o çok insanî ünlemdir. Hayatı ve dünyayı yapan şeylerin mutlaklığını yitirdiği esna kaygı vericidir; ama özgürleştirir de. Göklerden yere inecek o büyük ve kutlu açıklama hiç gelmeyecek, her biri bir öbürünün üzerine yığılan ama hiçbiri bir diğerine tahakküm uygulayamayan sayısız zuhur ânı ve hah’tan mürekkep çok sesli bir yer dünya. Burada karalar bağlamaya da kutlama hazırlıklarına girişmeye de gerek yok. Bunu üstlenmek gerek, hepsi bu, ama az şey mi bu? Zaten dünya da ne iyi ne kötü, ne doğru ne yanlış, ne yener ne yenik düşer. Dünya mevcut, o kadar, değil?
“Yas” diyorsunuz, belki de novella olan, belki düzyazı şiir, öykü kitabınız Hah’ta. Temsil, telafi, idrak edilemez olanı temsil, telefi, idrak etmeye çalışarak… İnsan yas tutarken, tanık olarak tanıştığı ölümden yola çıkıp tutunması gereken yaşama varır. Yaşam tutarken ise yaşamdan ölüme doğru yol alır. Bir ara uzam olan dünya yüzünde, bir ara zaman olarak insan ömrü de bir yas süreci midir?
İnsan ömrünü yas süreci olarak tanımlamak beni biraz aşar. (Gülen işaret.) Ama insan ömrünün yaslı bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Belki yasın tanımını biraz geniş tutmak gerek burada. Çünkü sizin de söylediğiniz gibi, ölüm bize en çok da hayatı verir, şu saf ve kesif farkındalığı, kişinin yas tutabilmesinin önkoşulunun hayatta olmak, halen bir ömür sürmek olduğu bilgisini. Ölümün gölgesi mi düşer hayata, ışığı mı? Bu soruya vereceğimiz yanıtın doğruluk değeri yok, bu bir inanç meselesi. Elbette zaman, elinde orağıyla dolaşıyor ve işaret parmağını bir tehdit gibi sallayıp duruyor bize, bunu hep yapıyor. Elbette ölüm korkusu diye bir şey var. Ömür korkusu diye bir şeyin de olduğu gibi. Ve elbette insan, ölümlü olduğunun bilgisiyle ömür süren tek can. Daha en baştan, yani dünyaya ve dile fırlatıldığı anda yitireceklerinin bilgisi ya da sezgisiyle donanmış kaygı dolu bir can. Bu, dünyaya dair tüm duyumlarımızın altını çift çizgiyle çiziyor, bizi dilin ve şuurun alanına mıhlıyor, şuursuz canlara atfettiğimiz huzurdan fersah fersah uzağa atıyor, kısacası, bizi insan yapıyor.
Ama bu büyük sorun, yani ölümün hepimizin başına geleceğinden emin olduğumuz tek tesadüf olduğu gerçeği, eldeki tek gerçek. Ve dünya bir geçiş mekânı değil, varıp terk edeceğimiz tek yer: Bu durumda dünyaya ne varılır ne de dünya terk edilebilir? Bir kere geldikte dünyadan düşemezsin ki! Doğmak ve ölmek dışında her şeyde bir tercih payımız olduğuna göre, kalanı ömür ipliğimizi hangi yordamla eğireceğimizden ibaret. Kayıp ve yas baki; ama bunların bizde hangi mekanizmaları çalıştıracağı bize kalmış. Temsili, telafisi ve idraki imkânsız olan kaybı temsil, telafi ve idrak etmek için verdiğimiz radikal emekte de ancak insana mahsus olan o cür’et, direnç, eblehlik ve neşe var. “Acz” ve “mucize” sözcükleri aynı kökten geliyor, ne iyi, insan bunu günde en az üç kez aç karnına hatırlamalı. Ve insan ancak acz içindeyken mucizeye açık bir varlık: Yas, şen de olabilir.
Hah’ın dili çalışkan okur gerektiriyor. Okur-yazar ilişkisi, iletişimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazarken okuru hatırda tutuyor musunuz?
Ben bu soruyu şöyle anlıyorum: Yazarın hatırda tuttuğu, var saydığı okurun nasıl bir okur olduğu metni belirler mi ya da metne dahil midir? (Gerçi bu durumda yazarın yok saydığı okurun da metni belirlediği ya da ona dahil olduğunu düşünebiliriz). Yani yazar, ördüğü metnin öbür ucunda çalışkan bir okur hayal ediyorsa, metnin ilmekleri de ona göre zorlu mu olur? Öyleyse bu durumda tembel okur (tembel okur tam olarak nedir bilmiyorum gerçi) kendini metinden dışlanmış duyar, değil? Ya da ilk sayfayı okuduğu gibi onu bir çırpıda kendi hayatından (ya da evin penceresinden) dışarı atar, öyle mi? Yazarla okur arasındaki bu var sayma/yok sayma, kucaklama/dışlama ilişkisi bizi bildiğimiz elitizm tartışmalarına götürüyor. Ki götürsün de. Sorun yok. Çalışkan okuru çokça dışlayan sayısız metin olduğu gibi (gerçi bunu genelde kimse sorun etmiyor), tembel okuru da dışlayan hayli metin var. Yani her yazar birilerini kucaklarken birilerini dışlamak durumundadır.
Hah’ı yazarken okur denen kadim yasa koyucunun varlığından elbette bihaber ya da azade değildim. Okur ki yazar yazarken gelir masaya oturur, yazarın tabağından yer, sohbetin ortasında uyuyakalır, kafa karıştırır, dikkat dağıtır ya da tepenizde boza pişirir. Kısacası, yazara sözün varacağı bir yer olduğu hayalini zerk eder ve yazarın yazmasını böylece mümkün kılar. Bence ben dünyadaki son insan olsaydım yazmazdım. Salt kendi olma koşulları öyle gerektirdiği için şakıyan kuşla, yazan bir insan arasındaki fark böyle bir şey bana göre.
Ama hatırda tutulan okurun kim ya da nasıl biri olduğu sorusuna gelince… Zavallı yazarın hatırında kim var kim yok, ne fark eder gerçekten? Yazarlar ki yazar olmaktan önce okurdurlar, onları da birtakım yazarlar var saymış ve sonrasında var etmiş olmalı. Yazar metnin tek faili gibi görünse de tek fail değildir. Onun bir sürü azmettiricisi vardır. Her şeyden önce metin bir yazar var sayar kendine ve onu var etme kudretine bence sahiptir. Sonra başka okurların var saydığı yazar vardır, hani tam da bu nedenle çalışma masasındaki sayfaların üzerine oturup nasıl bir yazar istediğini söyleyen şu çenebaz ve yaratıcı hayaletler… Bu durumda değil çalışkan ya da tembel bir okurun hayalini sakince kurup yazılacak metne elinde bir fincan demli çayla buğulu eğilmek, başkalarının var saydığı yazar olmaktan kaçınmak için kulaklarına tıkacak tıkaç gözlerine çekecek mim arayan telaşlı biridir yazar evvela. Gerçekten, zavallı yazarın hatırında kim var kim yok, ne fark eder? Metinler tamamlandıklarında yazarlarını bir kenara tükürüp atar. Okurlar eline aldığı metni ister yutar ister satar. Varsa bir iletişim, bu okurla metin arasındadır; metnin hayal ettiği okur ve okurun hayal ettiği metin arasında. Bir okur olarak söylüyorum: Yazarın niyeti ve nasıl bir okur hayal ettiği, bir kitapla çekildiğim o köşede beni ilgilendiren en son şey bile değildir. İlgilendirse de ne? Sonuç aynı: Kitabı ister atar ister tutarım. Bu böyle.
Paul Celan, Leyla Erbil, Nâzım Hikmet, James Joyce… Metinlerinizde birçok şair ve yazardan alıntılar ve göndermeler var. Yazarken okurluğunuzla ilişki kuruyorsunuz. Bu ilişki nasıl bir iletişimin ürünü ya da sonucu?
Metin yazılırken o metne uzanan başka eller var.
Yazarken demişken, “yazmak” desek: tasarım, sezgi, çalışmak ya da başka hangi sözcükler için nasıl bir sıralama, kümeleme ya da dışlama yaparsınız?
Tasarım varsa da bu her şey olup bittiğinde açığa çıkıyor benim için. Yani yazdığım metnin okuru olduğumda. Ama bu “içimden öyle gelmiş, yazıvermişim işte!” demek değil elbette. Naif değilim. Ne de peygamber. Bence kişiyi bir tasarımın olsa olsa müphem nüvesi yazı masasına itiyor. Yazarların yazı masasında “kim itti beni buraya?” diye düşünüp durmalarının nedeni bu olabilir. Ama bu itici güç (“itici” sözcüğünü çift anlamlı kullanıyorum), ancak ona eşlik eden güçlü bir sezgi varsa (ki yazarların herhalde sezgilerinden ve beğenilerinden başka güvenecekleri (ama yalnızca güvenebilecekleri) pek de bir şey yoktur yazı masasında) kendi anlamını kavrıyor. Bu da radikal emek, sapkın hamallık, zorlantılı çaba, hasadı düşünmeksizin (yani sersemce ama canhıraş) yapılan tarım sırasında oluyor ancak. Ki sonuç bir hiç olabilir. Kime ve neye göre “hiç”, bilemem; ama sonuçta yazı odasının pencereleri her zaman akıp giden bir hayata, sofrası şimdiye kurulmuş bir şölene “öylece” ve hazin bakar. Ve yazarlar da (yine bence) nereye varacağını bilmedikleri bir yolda doğruyu düşündükleri ve yaptıkları inancı (ama yalnızca inancı) ve onlara her dem sırnaşan pis kuşkuyla (emeğimin bir anlamı var mı gerçekten?) kaybettikleri ve edinecekleri şeylerin (dünyanın şimdisini kaybederken hakikatin ebediliğini edinmek mesela uyy!) hayali çetelesini tutan yorgun ruhlardır. Ama onların şimdisi budur. Ve hakikat varılacak bir yer değildir zaten, hakikat zaten şimdidir ya da şimdidedir. Olsun.
Metinlerinizdeki ritim, imge, metafor, türetilmiş sözler ve ifadeleri dikkate alarak soruyorum: Şiir?
İkinci sorunuzda Hah’a dair böyle bir tanım yapıyorsunuz: Düzyazı şiir. Haklısınız da. O metinde bence de düzyazının konvansiyonel işaretlerine direnen (çaresizlikten!) ve çareyi dize kuruluşlarında arayan bir yan var. Çünkü kaybı ve yası temsil etmek, hem kaybın biricikliğine ihanet etmeden hem de kaybın (ve onun yol açtığı acı ve yasın) sıradanlığını üstlenerek onu dile getirmeye çalışmak dilde bir mutasyon sürecini de beraberinde getiriyor: Bir şey tam da dilin dışına fırlatıldığı, yani artık dile gelmez olduğu için bizde kayıp duygusuna yol açar. Onu gündelik dilin bildik sentaksı, grameri, noktalaması, tipografik düzeniyle temsil etmek bu nedenle imkânsızlaşır. Çare dili eğip bükmekte, yazın türünün sınırlarını zorlamakta, temsil kapasitesini içerden çoğaltmakta…
Hah’ı yazarken, bir yazın türü olarak “öykü”yü düzyazıyla şiir arasında mutant bir mekân ve imkân olarak görüyordum (Öykünün tek tanımı bu olamaz elbette. Aslında her öykü yeni bir öykü tanımı da getirir. Bunun nedeni öykünün hem fazla katı/sıkı hem de fazla esnek bir form olmasıdır belki). “Melez” sözcüğünü özellikle kullanmıyorum, Hah’taki öykülerin melezliktense değil mutantlığa yatkın olduğunu düşünüyorum çünkü. Zira düzyazı ve şiirden bir karışım çıkmaz bence, olsa olsa bir mutant çıkar. Tabii bunda riskli bir yan da var: Zira hangimiz denizden çektiğimiz mutant bir balığı yemek isteriz?
Bir yerde okumuştum: “Düzyazı şiir bir ayağını düzyazıya bir ayağını şiire koyar. Ve her iki topuk birer muz kabuğunun üstünde tedirgin durur!” Kısacası, düzyazı şiirin ayağını kaydırmak kolaydır. Hah’taki çoğu pasajın ayağını kaydırmak kolaydır. Dile bunca yaslanmak, her şeyin dilde vuku bulduğu bir metin çatmak, elbette, tehlikeli. Ama zaten yas da tehlikeli. Yasın yazısı da bundan payını alıyor.
Hah, 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Bu ödülün kitabın farklı dillere, sözünüzün başka kültürlere yayılımında nasıl bir etkisi oldu, olabilir?
Büyük bir etkisi oldu, oluyor. Söz yayılan, dağılan, saçılan bir şey.
İlk kitabınız “Fasulyenin Bildiği”, sonra “Hah”… Akıl çalıştırıcı, gıdıklayıcı kitap adları bunlar. İnsan merak ediyor, yeni kitabınızın adı belli mi? Tabii en çok da ne yazdığınızı. Şimdilerde nasıl bir yaratım süreci içindesiniz?
Hiçbir şey yazmıyorum. Ama galiba Hah yazdığım son metin olmayacak. Böyle bir duygu var içimde son zamanlarda.
Not: Kapak Görseli fotoğrafçı Sancar Dalman'a, Başlık Görseli fotoğrafçı Philippe Daman'a, slider'da bulunan görseller sanatçı Alica Martin'e aittir.